Herkez Aslina Ceker
Bir gece sevgili aynacık yine gelmiş padişah kızının başucuna. Masalını anlatmaya başlamadan önce demiş ki:
- Sevgili padişah kızı; büyük kalpler, büyük binalar gibidir; daima kendilerini gösterir.
Pencereden baktığında göremediğin dağın ardında, küçücük bir devlet varmış. Küçük bir devletmiş ama, insanları pek şirinmiş. Irmakları, dereleri, ağaçları, çiçekleri her şeyi küçücükmüş bu devletin, hem de pek güzelmiş.
İşte bu devletin bir de padişahı varmış. Sarayında oturur, hiç usanmadan düşünür dururmuş. Artık dayanamayacak hâle gelmiş. Vezirlerini çağırmış yanına:
- Zaman kaybetmeden haber salın memleketin dört bir köşesine. Her kim bana Hızır’ı gösterirse, dilesin benden ne dilerse. Her bir isteği emirdir benim için. Artık gücüm kalmamıştır. Bu merak birgün öldürecek beni.
Vezirler bir telaşla emri yerine getirmeye çalışmışlar. Memleketin sağına-soluna, altına-üstüne; kuzeyine-güneyine, doğusuna-batısına adamlar gönderilmiş. Padişahın bu sözleri insanlara duyurulmuş:
- Duyduk-duymadık demeyin! Padişahımız Hızır’ı görmeyi arzu etmektedir. Her kim padişahımıza onu gösterebilirse kıymetli hediyelerle ödüllendirilecektir. Duyduk-duymadık demeyiiin!
Padişah bir haber gelir ümidiyle uyku nedir unutmuş. Sabahlara kadar pencerelerde geleni-gideni gözetler olmuş. Neredeyse gökte uçan kuşun kendisine geldiğini zannederek yakalatacakmış. Vezirler korkmaya başlamışlar;
- Aman padişahımızı bu dertten bir ân önce kurtaran biri çıkmalı, yoksa aklını kaçıracak.
Aradan bilmem kaç ay geçtikten sonra, çiçeklerin meyveye durduğu bir bahar sabahı bir adam gelmiş saraya. Kendinden emin bir hali, dimdik yürüyüşü varmış. Kapıcıya demiş ki:
- Tez padişahımıza haber salın, kendisiyle görüşmek isterim. Ona güzel haberler getirdim.
Kapıcı önce umursamamış bu hali perişan adamın sözlerini:
- Padişahımız senin gibi birisiyle zaman kaybetmek istemeyecektir. Ne diyeceksen bana de, ben haberi padişahımıza veririm.
Adam;
- Ben bilmez miyim padişahımızın çok meşgul olduğunu, demiş. Fakat haberi Hızır’dan getirdim. Çok önemli
Kapıcı “Hızır” ismini duyar duymaz telaşlanmış. “Sen buradan ayrılma. Hemen geliyorum.” diyerek vezirlerin yanına koşmuş. Vezirler bu adamın gelişine pek sevinmişler:
- İnşallah, demişler. İnşallah bu adam padişahımızı bu dertten kurtarır. Artık dayanacak gücümüz kalmadı.
Hiç zaman kaybetmeden adamı çağırtmışlar. Padişaha da haber vermişler:
- Sevgili padişahımız, Hızır’dan haber getiren bir adam sizinle görüşmek istiyor. Huzura çağıralım ister misiniz?
Padişah öyle heyecanlanmış, öyle sevinmiş ki; “hemen gelsin”, demiş. Adam gururla o ihtişamlı kapıdan içeri girmiş. Sanki padişah kendisi, sanki her şey onun emrinde. Başlamış konuşmaya:
- Efendimiz, duydum ki Hızır’ı görmek istiyormuşsunuz. Ben bu isteğinizi yerine getirebilirm. Ama onu, size ancak dört yıl sonra gösterebilirim. Yalnız bir şartım var. Bu dört yıl içinde her isteğimi yerine getireceksiniz. Bir dediğim iki edilmeyecek.
Padişah dinlemiş dinlemiş, sonra da;
- Tamam, demiş. Bir dediğin iki edilmeyecek. Dört yıl boyunca dilediğin şeye sahip olacaksın. Hiçkimse sana karşı gelmeyecek. Fakat , dört yılın sonunda bana Hızır’ı gösteremezsen, eğer sözünde durmazsan ölüm için hazırlan.
Adam kendinden emin bir şekilde, sesini de gürleştirerek;
- Beni dilediğiniz şekilde öldürebilirsiniz efendim, demiş.
Ve padişah emir buyurmuş, adama bir köşk hazırlanmış. İçi altınlarla doldurulmuş. Bu dünyada sahip olunacak ne kadar şey varsa bir bir verilmiş.
Adam halinden memnun, dört yıl sonrasını hiç düşünmeden yaşamaya başlamış. Fakat dört yıl nedir ki, göz açıp-kapayıncaya kadar gelir-geçer. Nitekim giden günlerin hiç farkına varmadan, adam bir de bakmış dört yıl bitivermiş. Bir telaştır başlamış. Padişaha gidip ne diyeceğini bilemiyormuş. Hızır’ı nerede bulsun da getirsin!
Eğer yalan söylediğini padişah öğrenirse, onun çok sinirleneceğini de biliyormuş. Dört yıl önce konuştuklarını birden hatırlayıvermiş. Tek çareyi kaçmakta bulmuş adam. Şehirden çok uzakta bir yer bulmuş kendisine ve orada gizlenmeye başlamış.
Padişah adamı getirmeleri için köşke askerlerini göndermiş. Fakat adamın kaçtığını öğrenmişler. Bütün askerler şehrin her yerini araştırmaya başlamışlar.
Adam gizlendiği yerde gece-gündüz dua edip yalvarıyormuş:
- Beni kurtar. Bu kuyudan çıkmama yardımcı ol. Bunu ancak sen yapabilirsin. Beni kurtar.
Korkudan tit tir titriyormuş. O sırada yanıbaşında bir dedecik belirivermiş. Nasıl ve nereden geldiğini anlayamamış bu dedeciğin. Dedecik adama bakmış, hali perişan. Sormuş;
- Neden korkuyorsun? Kimden saklanıyorsun böyle? Bana anlatırsan belki bir çaresini bulabiliriz.
Adam her şeyi açık açık anlatmış dedeciğe. Dedecik de hiç konuşmadan dinlemiş onu. Sonra da;
- Haydi beni padişaha götür, demiş. Onu bir de ben göreyim.
Şehre doğru yola çıkmışlar. Saraya daha varmadan padişahın askerleri yollarını kesmişler. Adamı ellerinden bağlamışlar, doğruca saraya götürmüşler. Dedecik de adamın yanındaymış. Padişah adamı görünce;
- İşte dört yıl doldu, demiş. Bana Hızır’ı gösterme vaktin geldi. Her isteğini yerine getirdim. Şimdi sıra sende. Sen de benim isteğimi yerine getirmelisin. Yoksa öleceksin.
Adam çaresiz, başını öne eğmiş ve;
- Efendimiz, ben size yalan söylemiştim; demiş.
Padişah bir vezirlerine, bir adama, bir de dedeciğe bakmış ve şunları söylemiş:
- Sen bize yalan söyledin. Öyleyse bunun cezasını çekmelisin.
Padişah önce birinci vezirine, “Bu adama nasıl bir ölümü uygun görürsün?” diye sormuş. Birinci vezir;
- Sevgili padişahımız, demiş. Bence bu adamı parça parça edelim ve parçalarını meydana asalım. Böylece hiçkimse size yalan söyleme cesaretini bir daha gösteremesin.
Bu cevap üzerine dedecik;
- Herkes aslına çeker, demiş.
Sıra ikinci vezire gelmiş. O da fikrini söylemiş:
- Bu yalancıyı bir kazana koyup kaynatalım. En güzel ceza bu olur.
Bu cevap üzerine dedecik yine;
- Herkes aslına çeker, demiş.
Üçüncü vezir de konuşmaya başlamış:
- Bu adamı bir tepsiye koyup fırında kebap gibi pişirmeli.
Dedecik bu sefer de aynı şeyi söylemiş:
- Herkes aslına çeker.
Sıra dördüncü vezire gelmiş. Padişah onun düşüncesini de öğrenmek istiyormuş. Dördüncü vezir;
- Ey padişahımız, demiş. Siz merhametli bir hükümdarsınız. Hızır’ı ne kadar görmek istediğinizi biliyorum. Öyleyse Hızır aşkına bu adamı affedin. Çünkü onu bağışlamanız size yakışan bir harekettir. Mutlaka bunun karşılığında büyük mükafatlar verilecektir.
Bu sözlerin sonunda dedecik yine aynı cümleyi söylemiş:
- Herkes aslına çeker.
Padişah dayanamayıp dedeciğe dönerek konuşmuş:
- Kimsin bilmiyorum, fakat vezirlerim için hep aynı şeyi söyledin. Bu ne demek?
Dedecik padişaha şu cevabı vermiş:
- Ey padişah! Birinci vezirin bir kasabın oğludur. Bu yüzden adamı, bir kasap gibi parçalayıp astı. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da adamı yemek gibi kazana koyup kaynattı. Üçüncü vezirin bir kebapçının oğludur. Bu sebeple adamı fırına koyup kebap gibi pişirdi. Dördüncü vezirin ise, bir alimin oğludur. O, “affedilsin” dedi. Çünkü merhametli olmayı öğrenmişti. Hepsi de görgüsüne göre ceza verdi.
Bu sözleri dinlerken padişah düşünceye dalmış. Tam bu sırada dedecik;
- İşte ben Hızır’ım, demiş ve ortadan kaybolmuş.
Padişah hemen tahtından kalkmış, dışarıya bakmış. Fakat hiçbir şey görememiş. Sonra da şunları söylemiş:
- Bu dünyada Hızır’ı görmeyi öyle çok istemiştim ki, bu adam sayesinde işte gördüm. Bana insanları nasıl tanıyacağımı da öğretti. Ve merhametli olmanın ne kadar güzel olduğunu gösterdi.
Böylece adam ölümden kurtulmuş ve padişahla beraber sarayda yaşamaya başlamış. Yine bir dediği iki edilmiyormuş, ama artık adam hiçbir şey istemiyormuş.
Nilufer Perisi
Sabahın erken saatlerinde, henüz daha güneş bile doğmadan önce, çiğ damlaları nilüfer çiçeklerinin üzerinde nazlı nazlı salınmaya başlamışlardı. Çiğ damlaları oluştukça, nilüferler daha da parlaklaşıyorlardı. Nilüfer tomurcukları yavaş yavaş açılıp doğan günü karşılamaya hazırlanıyorlardı. Tomurcuklardan biri daha yavaş açılıyordu. Bir bebeğin uykusunu, güzel rüyasını bırakmak istememesi gibi nazlanıyordu. Tomurcuğun her yaprağı açıldıkça, etrafa ışıklar saçılıyordu. Rengarenk ışıklar, sanki bir bebeğin gülüşüyle geliyordu. Güneş doğarken, parlak gri olan gölün suları, beyaz, pembe nilüfer çiçekleri onların yemyeşil yaprakları ile bir mucizeyi kucaklamaya hazırlanıyordu. Güneş yavaşçacık, mutluluk dağıtarak, nilüfer perisi ile birlikte doğdu.
Nilüfer perisi, minicik , güneşin ilk ışıltıları kadar mutlu, bir bebek kadar masum, kar tanesi kadar kırılgan, bir periydi. Nilüfer perisi çok şanslıydı çünkü o pırıl pırıl bir gölde dünyaya gelmişti.
Nilüfer perisi çok mutluydu. Onun için yepyeni bir serüven başlamıştı. Daha gözlerini açıp etrafı seyrederken, bu seferki hayatında çok şanslı olduğunu düşündü. Burası etrafı çam ormanlarıyla kaplı bir göldü.
Ormanı seyre dalmışken, güzel bir müzik dikkatini çekti. Sanki ormanın oluşumuyla beraber doğmuştu bu müzik. Etrafına baktı. Önce kurbağalar çıktı müzisyenlerden; sonra zilleriyle çekirgeler, kemanlarıyla ağustos böcekleri balıklar dans ederek müziğe eşlik ediyorlardı. Orkestra çok genişti.Tüm göl bu müziğe eşlik ediyordu. Nilüfer perisi buna inanamadı. Daha önceki hayatlarında nice mutlu göller, mutsuz göller, ışıltılı, bol balıklı, özel kokulu göller gördüyse de bu göl diğerlerinden çok farklıydı.
Gülümseyerek müziğin tadını çıkardı. Sonra müzisyenleri incelemeye başladı. Yüzleri nasıl da mutlulukla ışıl ışıl parlıyordu. Tek tek hepsini inceliyordu, ki unutmasın, bu görüntü bundan sonra da yaşayacağı hayatlarda ona mutluluk versin. Ağustos böceğine gelince orada kalıverdi. İkisinin de gözleri birbirine kenetlenmişti, sanki o anda tüm dünya durmuş sadece müzik ve ormanın büyülü kokusu kalmıştı. Ama bu arada, onlar farketmeseler de, önce müziğin ve dansın ritmi bozuldu, sonra da sustu.
En son aşıklar anladılar müziğin durduğunu. Herkes onlara bakıyordu. Nilüfer perisi kendini tutamadı, bir kahkaha attı. Müzik ve dans yeniden başladı. Müziğin sonunda çok acıkmışlardı. Sofralar kuruldu. Ağustos böceği ve nilüfer perisi beraber oturdular. Konuşmaya başladılar. Aslında, ne söylediklerini kendileri bile bilmiyorlardı, konuşan daha çok gözleriydi.
Yemekten sonra bütün göl hayvanları dinlenmeye gitti. Sadece ağustos böceği ve nilüfer perisi kaldı. Göl birden sakinleşmiş, durgun bir hal almıştı. Hafif bir meltem esiyordu. Bir süre bu sessizliği dinleyip beraber olmanın mutluluğunu yaşadılar. Sessizliği ağustos böceği bozdu.
“Nilüfer perisi kanatların yeterince olgunlaştı. Artık uçabilirsin. Ormanı tanımak ister misin?” dedi.
Nilüfer perisi bu teklifi sevinçle kabul etti. Uçarak ormana ulaştılar. Orman nasıl da hoş kokuyordu. Rengarenk çiçekler kaplamıştı tüm ormanı. Ağaçlar çok büyüktü. Gördükleri bütün hayvanlar gülümsüyordu. Küçücük bir yavru sincap, nilüfer perisini görünce çok mutlu oldu. Ellerini sevinçle çırpmaya başladı. Bir yandan da annesini çekiştiriyordu.
“Anne bak bak o kim?” diye sordu.
Nilüfer perisi yavaşça minik sincabın yanına geldi. “Merhaba ben nilüfer perisiyim” dedi. Yavru sincap gözlerini kocaman kocaman açmış hiç sesini çıkarmadan nilüfer perisine bakıyordu. Anne sincap nilüfer perisini ve ağustos böceğini selamladı. Onlara en güzel yemeklerini ikram etti. Sonra “gelin” dedi, “ben gezdireyim ormanımızı; önce baykuş ailesiyle tanıştıracağım sizi.”
Gerçekten de anne sincap, başta baykuş ailesi olmak üzere, bütün orman sakinleri ile tanıştırdı nilüfer perisini. Bu oldukça yorucu olmuştu. En son kaplumbağa ailesiyle tanıştılar. Kaplumbağalar da onlara serin şerbetler ikram ettiler. Nilüfer perisi bu geziden hoşnuttu ama sanki herkes birşeyler saklıyordu. Bu rahatsızlık verici durumdu ki, nilüfer perisini en çok üzen ağustos böceği bile bu sırra dahildi. Herkes çok mutlu görünmesine rağmen gözlerde saklanamayan bir hüzün vardı.
Orman halkının bilmediği bir şey vardı, nilüfer perileri istedikleri zaman düşünceleri okuyabiliyorlar ve hayalleri görebiliyorlardı. Nilüfer perisi teker teker düşünceleri okumaya başladı. Gizledikleri şey bir bataklıktı. Ama bataklıkta neyi gizlediklerini anlayamıyordu çünkü bu ormanda bataklık olması gizlenecek bir şey değildi. Hatta orayı uçarken bile görmüşlerdi. Kaplumbağa ailesine sordu; “Ben henüz bataklığı görmedim, orayı bana göstermeyecek misiniz?”
Herkes şaşkınlıka birbirine baktı. İlk konuşan ağustos böceği oldu. “Evet, nilüfer perisine hâlâ bataklığı göstermedik, haydi bataklığa gidelim” dedi. Herkes biraz ürpererek baktı birbirine, isteksizce “tamam” dediler.
Bataklık hiç de uzak değildi. Nilüfer perisi için birazcık ilerdeydi. Ama orman halkı birbirlerine yardım ederek bile olsa çok yavaş ilerliyorlardı. Sonunda ulaştılar bataklığa, bataklıkta onları üstü başı kir içinde bataklık cini karşıladı. Bu durumdan cin çok mutlu olmuştu, ama orman halkı hiç mutlu gibi görünmüyordu. O şirin hayvanların yerini, asık suratlı bir topluluk almıştı. Hepsi aksi ve küçümser bakışlarla bakıyorlardı bataklık cinine.
Ama bataklık cini, onları gördüğü için o kadar mutlu olmuştu ki, nilüfer perisini bile gözleri görmüyordu. Durmaksızın çığlıklar atıyor bir oraya bir buraya zıplıyordu. O zıpladıkça etrafa çamurlar sıçrıyor, çamurlar sıçradıkça bataklık cini daha da çok kahkaha atıyordu. Nilüfer perisi bataklık cinini çok sevmişti. O da hemen onunla beraber çamurlarda zıplayıp hoplamaya başladı. İkisi beraber çok eğleniyorlardı. Orman sakinleri, gözlerini kocaman kocaman açmış nilüfer perisine bakıyorlardı. Fısıltılar başladı hemen, kimi nilüfer perisinin asla temizlenemeyeceğini, artık hep böyle pis kalacağını, kimi de onun ruhunu şeytanın çaldığını söylüyordu.
Nilüfer perisi bunların hepsini anladı. Demek onun için bataklığa gelmiyorlardı. Üstelik bataklık cininden de korkuyorlardı. Bataklık ciniyle kimse görmeden konuştu. Sonra da çok yorulduğunu ve çok acıktığını söyledi. “Hadi yemek yiyelim” dedi orman halkına. Kimseden ses çıkmadı. Ağustos böceği “hadi bakalım” dedi. “Geri dönüyoruz. Yemek yiyeceğiz.”
Baykuş arka çıktı hemen , “Önden kuşlar gitsin, hazırlıklara başlasınlar.” Önce isteksiz olanlar bile hazırlıklar başlayınca neşelendiler. Onlar sofrayı hazırlaya dursun, nilüfer perisi ve bataklık cini de göle gitmiş yıkanıyorlardı. Nilüfer perisi, iyice temizlenmesi için bataklık cinine yardım etti. Üstünden o çamurlar gidince, ortaya çok şirin bir cin çıktı. Temizlendikten sonra, şölene katılmak için, birlikte yola çıktılar. Oraya vardıklarında, baykuş dışında kimse bataklık cinini tanımamıştı. Baykuş hemen onların yanına yaklaştı ve onları onur konuğu masasına oturttu. Sonra da misafirlere bataklık cinini tanıttı. Bataklık cininin onur konuğu masasına oturmasıyla beraber şölen başladı.
Şölen başlamıştı ama misafirler hâlâ büyük bir şaşkınlık içindeydiler. Kimse bataklık cininden gözlerini alamıyordu. Bugüne kadar korktukları bu minicik, şirin yaratık mıydı? Bataklık cini büyüklere göre hâlâ çirkindi, ama çocuklara göre çok şirindi. Çocuklar hemen onun yanına geçtiler. Bütün yemek boyunca gülmeleri hiç kesilmedi. Bataklık cini gülmeyi, eğlenmeyi seviyordu ve onun bulunduğu ortam mutlaka neşeli olurdu. Yemeğin sonunda herkes neşe içinde masadan ayrıldı.
Artık bataklık cininden korkmuyorlardı. Hatta onu sevmeye bile başlamışlardı. Artık bataklık korkulması gereken bir yer olmaktan çıkmıştı. Şölenin sonunda bataklık cini hem nilüfer perisine, hem baykuşa, hem de ağustos böceğine teşekkür etti. Mutlulukla bataklığına döndü.
Nilüfer perisi ve ağustos böceği göle doğru yola çıktılar. Ama ikisi de biraz yalnız kalmak istiyorlardı. Bir süre birlikte kaldılar. Nilüfer perisi gitmeden önce onlara bir armağan vermek istiyordu. Ağustos böceğinin aklından geçenleri okudu. O nilüfer perisinin hiç gitmemesini, hep beraber olmalarını istiyordu. Bu imkansızdı, nilüfer perileri sadece bir gün yaşardı.
Artık akşam oluyordu. Gitme vaktine az kalmıştı. Birden aklına geldi. Bu gölde hiç göl insanı görmemişti. Halbuki neredeyse tüm göllerde göl insanları olur; hem güzel sesleri, hem sorunlara hemen çözüm bulmalarıyla tüm göl halkının sevgisini kazanırlardı. Onlara göl insanlarını armağan etmeliydi. Nilüfer perisinin bir an önce göl perisini bulması gerekiyordu. Sadece göl perisi göl insanlarını çağırabilirdi. Ağustos böceğine çok acil göl perisini bulması gerektiğini söyledi ve hızla oradan ayrıldı.
Nilüfer perisinin, göl perisini bulması zor olmadı. Ona isteğini anlattı. Göl perisi de büyük bir zevkle kabul etti ve göl insanları ile bağlantıya geçti. Sonra nilüfer perisine dönüp o gitmeden önce gölde olacaklarını söyledi. Nilüfer perisi teşekkür ederek oradan ayrıldı.
Nilüfer perisi göle döndüğünde artık güneş batmak üzereydi, göl güneşin son ışıklarıyla rengarenk olmuştu. Muhteşem bir görüntüydü . Göl orkestrası bu sefer hüzünlü bir melodi çalıyordu. Çünkü nilüfer perisi birazdan geldiği nilüfere dönüp, uykuya dalacaktı. Tekrar uyandığında artık orada olmayacaktı.
Nilüfer perisinin iyice uykusu gelmişti. Göl sakinleri ağlamamak için kendilerini zor tutuyorlardı. O sırada göl insanları güzel sesleriyle şarkılar söyleyerek geldiler. Birden hüzün kayboldu. Ortalık yeniden canlandı. Nilüfer perisi bile el çırpıyor, dans ediyor, bu neşeli müziğe eşlik ediyordu.
Müziğin sonunda nilüfer perisi yavaşça doğduğu nilüfere döndü. Bütün göl halkını, orman halkını, göl insanlarını selamladı. Dilerim yine görüşebiliriz dedi ve nilüferin içinde kıvrılıp, nilüferin onu yumuşakça örtmesini istedi.
Bütün canlılar nilüfer perisinin aralarından ayrılmasından dolayı çok üzgündü. Ama o, onlara göl insanlarını hediye etmişti. Onlara mutluluk vermişti, içtenlikle ona teşekkür ettiler. Nilüfer perisinin de istediği gibi şarkı ve dansa devam ettiler. |